Zaten çocuk yetiştirme konusunda zibilyon tane otorite var. Uzmanlar, kitaplar, sistemler havada uçuyor. Sosyal medya “Falanca Anne” sıfatlı anneler ile yıkılıyor. “Falanca Anne”lerin bir kısmı “amanda ne mükemmel anneyim” diye kabarmış koltuğunun tuttuğu elle, sosyal medyada oraya buraya laf yetiştiriyor, bunları gören annelerin bir kısmı da “ulan ne beceriksiz anneyim, annelik kodlarım mı yanlış kodlanmış acaba, ben niye bunlar kadar enerjik değilim, benim bebem niye 10 dakikalık etkinlikten sonra sıkılıyor, etkinlik demişken ben niye etkinlik yapmakta bu kadar zorlanıyorum” diye diye bunalıma giriyor. Var olan enerjisini de sosyal medyadaki balon görüntünün üzerine bırakıp back tuşu ile kendi gerçek hayatına çivileme geri dönüyor. Mükemmel görünmeye çalışan “Falanca Anne”nin egosu kabardıkça, diğer anne fıs diye sönüyor, mutsuz oluyor. Beraberinde başlıyor kendini suçlamalar, kendini yetersiz bulmalar ve en kötüsü de kendini değersiz hissetmeler.
Sosyal medyada “Falanca Anne”lerden takip ettiklerim var. Severek
okuduklarım da. Ama içlerinden bazıları var ki, ulan diyorum nasıl bir sihir,
nasıl bir enerji tozu serpilmiş bunların üzerine. O da çalışıyor ben de
çalışıyorum. O da çocuğuyla güzel vakit geçirmek için çabalıyor, ben de
çabalıyorum. O da sosyal medyanın okumazsan annelikte sınıfta kalırsın dediği
kitapları okuyor, ben de okuyorum. O da yemek yapıyor (tabi yapıyorsa) ben de
yapıyorum. O da evini temizliyor (tabi kendi temizliyorsa) ben de temizliyorum.
E ben niye o enerjinin onda biriyle dolaşıyorum?
“Falanca Anne”lerin çoğu iyi niyetle yapıyor belki
önerilerini. Ama şöyle bir gerçek var. Annelik parmak izi gibi bir şey.
Kimseninki bir başkasınınkine benzemiyor.
Yalan yok, “Falanca Anne”lerden en çok annelik konusunda
yaşadıkları deneyimleri, hataları, isyanları, mutlulukları, iç döküşleri anlatanları seviyorum. Okurken “ahanda
ben” diyorsam ve yazının sonunda “ohhh be yalnız değilmişim” rahatlamasını yaşıyorsam
bir bağ kurabiliyorum. Belki bencilce gelecek ama insan psikolojisinde böyle bir
şey var bence. Bir yerde okumuştum. İnsanlar, benzer sorunları yaşayan
insanları daha kolay anlayabiliyormuş. Burada empati biraz çaptan düşmüş gibi
görünse de, bazen eşekten düşmüşün halinden ne yazık ki eşekten düşmüş anlıyor.
Kendimi sorgulamanın sonrasında bırak kızım bırak, önce
seni yoran her şeyi bırak, sonra da kendi hayatına dön bak. Aynı performansı
göstermek zorunda değilsin, mükemmel anne olmak zorunda hiç değilsin, kendi hayatına bak, kendi parmak izine bak, çocuğuna bak, gerisi tıkır tıkır ilerler zaten dedim.
Bunu demek öyle bir anda olmadı. Seyrelterek yaptım bazı
şeyleri. Mesela moda deyimiyle “minimalist” bir yaşama merak sardım. Gına
getirtmiş ebeveynlik kitaplarını okumayı bir kenara bırakıp sadelikle ilgili
kitapları okumaya başladım. Matematikte bile mutlak doğruya birden fazla yoldan
ulaşılabiliyorsa sen de kendi doğrunu başka yollardan bulabilirsin dedim ve
attım kendimi “Sade Bir Hayatın İçine.”
Başlarda evdeki fazlalıklardan kurtuldum. Konmari metodu ile
oluşturulmuş yaşam alanlarını uyguladım. Bu sadeleşmeye ailemi de dahil ettim.
Ve anladım ki; hayatı sadeleştirmek, evin önüne kamyon dayayıp fazlalıkları
atmak, giysileri minik minik katlayıp dolaplara yerleştirmek, ihtiyacının
dışında olan şeyleri satın almamak değilmiş. Zihnini ve etrafındaki her türlü
kalabalığı da sadeleştirmekmiş. Maalesef ben son ikisine henüz erişebilmiş
değilim.
Ama ilerliyorum. En çok da ebeveynlik konusunda zorlanıyorum ama dayatılan kalıplara bağlı kalmadan, içimden geldiği gibi ilerliyorum.
Ama ilerliyorum. En çok da ebeveynlik konusunda zorlanıyorum ama dayatılan kalıplara bağlı kalmadan, içimden geldiği gibi ilerliyorum.
Çalışan bir anne olarak hala evimin temizliğini kendim
yapıyorum. (6 ayda bir çağırdığım yardımcıyı saymazsak.) 80 metrekarelik bir
evin işi nasıl oluyor da böyle yoruyor diye içten içe (bazen de içten dışa)
söylenirken, şükret diyorum. Şükret ki temizleyebileceğin bir evin var. İçinde
sevdiklerin yaşıyor. Ve evini temizleyebilecek sağlığın, gücün kuvvetin, en
önemlisi isteğin var. Gerçi bu temizlik ritüelini rutine bağlayınca bazı zamanlar isyan etmiyor değilim. Ama söylensem de şükrediyorum. Sonra, yemeklerimizi
yapan biri de yok. Yemek bloğu olan biri de inanın bazı günler yemek yapmak
istemiyor. Yine o günlerde de şükret diyorum. Şükret ki yemek yapabileceğin
malzemelerin var. Çamaşırlar da kendi kendine ya da nanoteknoloji ile falan
yıkanıp asılmıyor bizim evde. Defalarca uyarmama rağmen hala çoraplarını ve
tişörtlerini tersinden çıkarıp kirli torbasına atan bir kocam var. Olsun
diyorum. Yanımda olsun da varsın düzünü ben çevireyim.
Bütün bunları yaparken heyooo hayat güzel, kuşlar böcekler güzel, amanda ne hamaratım, çalışan bir anneyim ama her yere de yetişebiliyorum diye ortalıkta gezinmiyorum. İster evli olun ister bekar, ister çocuklu olun ister çocuksuz, fiziken ya da ruhen size yardımcı olabilecek birileri yoksa etrafınızda hayat çok zor.
Bütün bunları yaparken heyooo hayat güzel, kuşlar böcekler güzel, amanda ne hamaratım, çalışan bir anneyim ama her yere de yetişebiliyorum diye ortalıkta gezinmiyorum. İster evli olun ister bekar, ister çocuklu olun ister çocuksuz, fiziken ya da ruhen size yardımcı olabilecek birileri yoksa etrafınızda hayat çok zor.
Bu hayat döngüsünde; hem iş, hem ev derken (ha bir de
okuduğum bir okul var) kalan enerji ve zaman ile ne yapılabilirse onu yapmaya
çalışıyorum. Uzmanlar (hatta uzman olmayanlar bile) kendinize zaman ayırın
diyor. Hiçbir şey yapamıyorsanız bile günde 10 dakika sessiz bir ortamda kalın
diyorlar ya, bense sessiz 5 dakikalık bir ortamı bile yeri geliyor bulamıyorum.
Ama ne olursa olsun keyif aldığım şeylere mutlaka vakit ayırmaya çalışıyorum.
Mesela mutfak benim terapi alanım. Kek çırparken ya da pasta yaparken nasıl oluyor bilmiyorum bir enerji doluyor içime. Ya da biten enerjim anında şarj oluyor. Evdeki hobi kutum da öyle. İçinde “bir gün bir şeyler yaparım” diye sakladığım sayısız kurdela, renkli kağıtlar, süsler, incik boncuk vs. var. Ve o kutu benim sihirli kutum. Ne zaman açsam, içinden mutlaka yapacak ve beni mutlu edecek bir şeyler çıkıyor.
Mesela mutfak benim terapi alanım. Kek çırparken ya da pasta yaparken nasıl oluyor bilmiyorum bir enerji doluyor içime. Ya da biten enerjim anında şarj oluyor. Evdeki hobi kutum da öyle. İçinde “bir gün bir şeyler yaparım” diye sakladığım sayısız kurdela, renkli kağıtlar, süsler, incik boncuk vs. var. Ve o kutu benim sihirli kutum. Ne zaman açsam, içinden mutlaka yapacak ve beni mutlu edecek bir şeyler çıkıyor.
Çocuğumla birlikte geçirdiğim zamanı, birlikte keyif alarak
yapacağımız şeylere ayırıyorum. Kek çırparken o da bana minik elleriyle yardım
ediyor. Birlikte krep yapıyoruz mesela. İnanın tadından yenmiyor. Sihirli hobi
kutumuzda onun aklını başından alabilecek türden renkli bantlar, kalemler,
makaslar var. Zaten “Üreticisi ne vaad ediyor olursa olsun, hiç bir oyuncak
çocuğunuzu daha zeki, daha başarılı yapmaz.” cümlesini okuduğumdan beri
oyuncaklara olan bakış açım da değişti.
Aslında çok isterdim kızımla birlikte saatlerce oyun
hamuruyla oynayıp, sulu boya ile resim yapabilmeyi.. Ama oyun hamuruna 15,
sulu boyaya 10 dakikadan fazla tahammülüm yok. İlkokulda resim derslerinde,
(müzik ve beden eğitimi de dahil) matematik öğretmek yerine boya/fırça
tuttursalardı elimize belki 20 dakika falan dayanabilirdim. "Falanca
Anne"lerin sosyal medyada önerdikleri etkinliklerin çoğuna da maalesef kapılarım
kapalı. Çünkü onların önerdikleri etkinlikler benim ve kızımın parmak izine
uymuyor.