Bir söz vardır “Yediğin içtiğin senin olsun, gezip
gördüğünü anlat” diye. Ben bu yazıda; hem yediğimi içtiğimi, hem de Datça ve
çevresinde gezip gördüğüm yerleri kendi izlenimlerimle anlatmak istedim. Siz de
benim gibi, tatile çıkmadan önce ya da bilmediğiniz bir yere gitmeden önce
internette orası hakkında araştırmalar yapıyorsanız ve karşınıza bu yazı
çıktıysa Datça hakkında ufak tefek fikriniz olabilir.
Baştan söyleyeyim, plajda cıstak ve gürültülü
müzikler eşliğinde güneşlenmek isteyenler varsa ya da geceleri vur patlasın çal
oynasın eğleneyim diyorsanız, Datça o tür beklentilerinizi karşılayamayabilir.
Yok ben tatilde huzur istiyorum, dinginlik istiyorum. Eğlenilecek yeri sorarak
bulayım, bir suya 10 TL vermeyeyim, yediğim, içtiğim, gezdiğim yerlerde fiyatlar
makul olsun diyorsanız bu yazıyı okumaya devam edebilirsiniz. Çünkü Datça,
huzurun hakkını fazlasıyla veren bir yer.
Bu sene tatil programımızı biraz salladık. İzinlerimiz
yaklaştıkça Ege’yi hedefledik ama yer olarak neresi olsun karar veremedik. Bir
ara çadır tatili yapalım dedik, sonra çocuk var, hayatımızda hiç çadırda
kalmamışız bizi neler bekliyor bilemediğimizden karavana döndük. Karavandan da
bir şekilde vaz geçtik. Oktay her şey dahil bir otelde kalmayı istiyordu.
Girelim, tatilimizi yapalım ve çıkalım mantığında. Bense daha gezmeli bir tatil
istiyordum. Eğer her şey dahil bir otele gidersek tırım tırım gezmeyi
unutacaktık. Çünkü gırla para ödediğimiz otelden, ay dur ben biraz da başka
yerleri göreyim diye çıkarsak, tatil bütçemiz ikiye katlanacaktı. Geçen sene
gezdiğimiz yerlerde konakladığımızdan tatil çok yorucu olmuştu. Bu sefer uygun
fiyatlı bir konaklama yeri bulalım, bir yerde sabit kalalım ama çevreyi de gezelim
dedik. Arkadaşlarımız Şirin ve Emrah’ın tavsiyesi üzerine Datça’yı tercih
ettik. İyi ki de ettik, çünkü hem çok güzel bir tatil yaptık, hem imkanlarımız
doğrultusunda gezdik, hem de bu iki gezenti tiple komşu olduk.
Hamşioğulları’nın tuttuğu evin alt katını tuttuk. Şirin’le
Emrah’ın geçen seneki balayı evinde bu sene biz kaldık. Onlar da bu sene Puik
ve Maya ile birlikte muhteşem terası olan bir üst kata terfi ettiler. Bizimki 1+1
bahçe katı şirin bir evdi. Konfor yok ama mağduriyet de yok. İhtiyaç duyulabilecek
her eşya düşünülmüş. Biz çok memnun kaldık.
Datça bir yarım ada. Mavi ile yeşilin bir arada
olduğu bakir kalmış ender yerlerden. Doğası ve havası muhteşem. Nem yok denecek
kadar az. Sıcak bunaltmıyor. Hatta, yeryüzünün ilk coğrafyacısı sayılan Strabon’un
“Tanrı sevdiği kullarını uzun ömürlü olsun diye Datça’ya gönderirmiş.” diye bir
çok yerde görebileceğiniz rivayeti var.
Bize göre Datça’nın tek sıkıntılı tarafı (ki bazıları
için tercih sebebi olabilir) denizinin ve sahilinin taşlı olması. O yüzden Datça’ya
gitmeden önce deniz ayakkabısı almanız iyi olur. Gerçi denizinin taşlı olması
bir o kadar da berrak olmasını sağlıyor. Ben denizi taşlı, sahili kumlu yerleri
sevmeme rağmen, bana bile denizi fazla taşlı geldi. Tekrar söylüyorum deniz
ayakkabısı şart.
Datça yarım adasının Kargı Koyuna yakın bir yerindeydi
evimiz. Evimiz diyorum çünkü kaldığımız süre boyunca çok benimsedik. Denize
nispeten yakın ama arabayla gitmek daha mantıklı geldi. Yol kısa olsa bile dik
yokuşu var. Çocuksuz gidenler için yürümek tercih edilebilir ama çocukla tatile
çıkanlar için ya da keyfine düşkünler için araba ile denize gitmek en
mantıklısı. Karasal bir iklimden geldiğimizden ve döneceğimiz yer yine karasal
iklim olacağından her anı değerlendirelim dedik, gelir gelmez hiç dinlenmeden
attık kendimizi Kargı koyuna. Ben Kargı’yı sevdim ama Oktay sevmedi. Denizini
ve sahilini fazla taşlı buldu.
Denize girilecek yerler için alternatif çok. Merkezde
bile denize girilebiliyor. Kumluk denilen bir sahil var merkezde. Denizi hem sığ
hem de sahilde rahatlıkla yer bulabiliyorsunuz. Kumluk deyince sahili kum
sanmayın. Sahil tamamen taş, sadece denizin bazı yerleri kum.
Datça’nın muhteşem koyları var. En beğendiklerimiz Palamutbükü
ve Ovabükü. Dağ yolundan gittiğimiz için tepeden muhteşem bir manzarayla
karşılaştık. Hani şu denizin olağanüstü renkli olduğu fotoğraflar vardır ya.
Kıyılar yeşil, ortalar turkuaz, uzaklar ise lacivert olan. Hah işte Palamutbükü
aynen öyle. Deniz akvaryum gibi. Tek handikapı birden derinleşiyor. O yüzden
yüzme bilmeyenler ve çocuklar için tehlikeli olabilir. Ama Datça’ya gidilince
kesinlikle görülmesi gereken yerlerden.
Bu sene edindiğim ve devam ettirmek istediğim iki
tecrübe var. Biri sahilde şezlonga ve şemsiyeye para vermek istemiyorsanız,
plajda kullanılabilecek türden bir plaj çadırı edinmeniz. Datça’da bile
(ekonomik olarak uygun bir yer olmasına rağmen) plajda çadır + şemsiyeye iki
kişiden 60 TL alıyorlar. Yerine ve mekanına göre bu fiyat değişse de genelde
mantık aynı. Bir şeyler yiyip içerseniz şezlong parası almıyorlar. Ben gitmeden
önce Rossmann’dan çok ergonomik bir plaj çadırı almıştım. 2 saniyede açılıyor, 3
dakikada toplanıyor. Gerçi toplama süresi kişiye göre değişse de birkaç
“otomatik çadır nasıl katlanır?” youtube videosu izlemenin sonunda o süreyi
daha da kısaltabiliyorsunuz. Bir diğeri de gezmeli tatile
çıkacaksanız ve aracınız varsa piknik tipi soğutucu dolaplardan götürmeniz.
Datça’nın koyları uzak olduğundan ve yollar dağ yolu olduğundan içecek
ihtiyacınızı soğutucu dolapla karşılayabilirsiniz.
Şirinler bizi bir akşam Eski Datça’ya götürdü. Ben
Eski Datça’ya bayıldım. Tarihi dokunun yanı sıra sıcacık bir atmosferi var. Can
Yücel’in evinin önünden geçerken şairin üslubu ile denizi olmayan şehirlere bir
kez daha burun kıvırdım. Hoş Eski Datça’da deniz yok ama kokusu var.
Çok beğendiğimiz Eski Datça’yı gündüz gözü ile de
görelim dedik ve bir yarım günümüzü oraya ayırdık. Eski Datça’ya gündüz
giderseniz mutlaka gecesini de görün, eğer gece giderseniz mutlaka gündüzünü de
görün. Çünkü bazı yerlerin gecesi güzel, bazı yerlerin gündüzü, bazı yerlerin
ise hem gecesi hem de gündüzü. Eski Datça da onlardan biri..
Programımıza sadık kalıp çevreyi gezme planımıza Uşaklılar Sitesi ile devam ettik. Denizi ve sahili nispeten kum. Kum diye tutturmamızın sebebi bizim ufaklık için. Kovasını ve küreğini her yere taşıdı
yavrum. Kum bulmak da bize farz oldu. Uşaklılar Sitesi sahilini de Oktay sevdi,
ben sevmedim. Evler çok güzel ama sahil bana çok sıkıcı geldi.
Şirin, Datça’da sivrisinek var demişti. Hatta ben
gitmeden önce doğal uçucu yağlardan bir sivrisinek kovucu karışım yapmıştım.
Hiç gerek olmadı. Daha doğrusu hiç sivrisineğe rastlamadık. Ama Datça’nın ve
belki de tatil yörelerinin çoğunun bu seneki genel sorunu su sıkıntısı. Su
belli saatlerde veriliyor. Allah’tan hemen hemen her evin su deposu var da o
sorunu da sıkıntısız atlattık.
Görmek istediğimiz bir diğer yer ise Hisarönü’ydü.
Marmaris’e yakın ama Datça’ya biraz uzak. Biz oradaki askeri kampa günübirlik
gittik. Çok minnoş bir kamp olduğu ve günübirlik kontejanı sınırlı olduğu için
sabahın köründe damladık. Çok enteresan bir kamp aslında. 10 motel var. Hepsi 2
katlı müstakil. Her motelin önünde çardağı var. Sabah kahvaltınızı, öğle
yemeğinizi, akşam yemeğinizi o çardakta yiyorsunuz. Günübirlikçiler için 3
çardak ayrılmış. Gürültü patırtı yok, self servis yok. Sadece dondurmayı ve
içeceklerinizi kendiniz alıyorsunuz. Öğle ve akşam yemeğinde sınırlı bir menü
var. Hatta öğle yemeğinde 2 ya da 3 çeşit yemek var desem abartmış olmam. Ama
öyle sevimli bir yer ki, 40 çeşit yemek arayışına girmiyorsunuz. Oktay 10 gün
burda kalsam şair olurum dedi, o derece ilham verici bir yer. Birkaç tavuk,
horoz, ördek, sülün dolaşıyor ortalıkta. Acayip görkemli bir tavuskuşu var.
Tavşanların olduğu küçük bir kümes tarzı yer yapmışlar. Çocuklara yetiyor da
artıyor bile.
Her ne kadar ilk gidişimizin akşamında Oktay’la
çardak yüzünden tartışmış olsak da çok huzur bulduğum bir yer oldu Hisarönü.
Eğer burayı okuyorsan sevgili kocam, sabahın köründe yollara düşüp oraya
geldiysem ve hakkım olan o çardağı kaptıysam, sırf bizim çardağı işgal edenlere
ayıp olmasın diye oturmalarına göz yumarak sandalyede oturmaktan keyif
alamazdım kusura bakma.
İki günümüzü Hisarönü’nde geçirdik. İkinci
gidişimizde tecrübeli olduğumuzdan denize girerken çardağımıza havlu bıraktık.
Böylece kocamın iyi niyetli, benimse cazgır bakışlarımla kimseyi “yerimizden
kalk” diye taciz etmemiş olduk.
Datça’nın merkezi minnoş bir yer. Hepi topu 1 saatte
çoğu yerini üstünkörü gezebilirsiniz. Yat limanının olduğu yerde balık
restorantları ve pup-barlar var. 12 TL’ye de bira var, 20 TL’ye de. Datça’da
gözlemlediğim ve saçma bulduğum tek şey, mezelerin 2 yemek kaşığı kadar az ve
miktarına göre fiyatının çok pahalı olması. Ben söylendikçe Oktay, bana
söylenme, git bloğunda yaz ordan okuyayım dedi.
Ha bir de halkı badem
konusunda çok pinti. Memlekette gırla badem ağacı var, adım başı badem satıyor
Datça’nın yerlileri. Geneli de yaşlı amca ve teyzeler. Hatta dede ve nineler.
Ama satın almaya yeltendiğinizde zırnık ikram etmiyorlar. Dur teyzem tadına
bakayım, beğenirsem alacam demenize fırsat vermeden fırçayı kayıyorlar.
Bir gün Knidos’a gidelim dedik. Antik bir şehirmiş.
Yol boyu yaşlı dedeler nineler sazlıktan gölgelik yapmışlar, altında badem
satıyorlar. Yol da virajlı ve dar. Oktay bi yaşlı dedenin önünde durdu. Dede
bademin ne kadar dedi. Dedem öyle yaşlı öyle huysuz ki, badem ne kadar diye
soru olmaz, kaç çeşit bademin var? diye soru olur dedi. Oktay da; peki
dedem, kaç çeşit bademin var? dedi. Beş çeşit bademim var dedi dede. Oktay da; peki dedem en ucuzu ne kadar? dedi. Dede daha da sinirlendi. “Bende ucuz badem
yok” deyip dövecek gibi bakış attı. O dar yoldan bir geçişimiz, daha doğrusu
bir kaçışımız var hala hatırlarken bile gülüyorum. (Bu arada arkamızdan 35 TL.
diye bağırdı dedem)
Knidos demişken, Knidos antik bir kentmiş. Ben öyle
tarihi kalıntıdan, harabeden, antik kentten pek anlamam. Oktay meraklıdır. Onun
isteği üzerine gittik Knidos’a. Yanı başımızdaki tekneler eşliğinde denize
girdik. Denizi çok yosunlu ama temiz. Tek bir restoran var. Köftesi ve
manzarası çok güzel.
Biz Datça’dayken canım dostum Zeliş de eş zamanlı
Akyaka’da tatildeydi. Günübirlik ziyaretine gittik. Akyaka’ya giderken ne
zamandır görmek istediğim Selimiye’ye de uğradık. 15 yıl öncesine kadar yolu
bile olmayan bu sahil köyü, mavi yolculuk tutkunlarının konaklamaya
başlamasından sonra turizmle buluşmuş. Denizi oldukça sığ ve sıcak. Köyde,
halkın işlettiği pansiyonlar ve restoranlar mevcut. Masal gibi bir yer Selimiye.
Günübirlik gidenler için tadı damakta bırakacak türden sessizliği, huzuru ve
leziz yemekleri var. Turizme kapılarını açan bu balıkçı köyü, umarım doğasını
ve dokusunu kimselerin bozmasına izin vermez.
Selimiye’de denize girip, yemek yedikten sonra
Akyaka’ya Zeliş’in yanına geçtik. Gidiş yolu dağ yolu olduğundan hem çok sapa
hem de virajlı. Ama Gökova’nın o eşsiz manzarasını görünce yorgunluğunuz biraz olsun
geçti.
5 sene öce Muğla’ya seminer için gitmiş, havalimanında yağıştan ötürü mahsur kalmış ve en
yakın yer olan Akyaka’ya tahliye edilmiştim. İyi ki de o yağmur yağmış ve ben
Muğla’ya gidememişim demiştim Azmak Nehri kenarında yemek yerken. Kış vakti
gittiğim için hiç gezememiştim Akyaka’yı. Ama nedense çok beğenmiştim. Bu
gidişimde biraz gezme imkanım oldu. Plajını Datça’ya kıyasla çok kalabalık
buldum. Restorantlar yine Datça’ya kıyasla pahalı. Her şeye rağmen Azmak nehri kenarında ailemle oturmak
ve ufak çaplı yer sarsıntısından nasibimi almak da varmış dedim, şükrettim..
Tatil planı yaparken çadır kampı yapmak istiyoruz
demiştim ya, Datça’dan dönerken yolumuzun üstündeki orman kampı olan Aktur’a da uğradık. Çadır ve
karavan kampları hakkında fikrimiz olsun diye tesisi gezdik. Kamp alanında karavan ve çadır
kiralama yok. Karavanınızı ve çadırınızı kendiniz getiriyorsunuz. Ayrıca apart
tarzı evler ve moteller de var. Detaylara buradan bakabilirsiniz.
Datça’da toplam 10 gün kaldık. Son gecemizi doya
doya gecelerine ayırdık. Sahile atılmış masaları ve ağaçlara takılmış fenerleri
olan yerlerin ışıkları bana hep masal gibi gelmiştir. Ve o masalı gece yaşamak da ayrı bir
güzeldi.
Biz Datça’yı ve çevresini çok sevdik. Yorucu ama
doyurucu bir tatil oldu bizim için. Ege’ye bir kez daha aşık olduk ve kısmetse
eğer kalbimizin yarısını seneye gidip almak üzere Ege’de bıraktık..